26 Haziran 2015 Cuma

AİLE


Karanlığa açtım bu gün gözlerimi..
Üstelik alarmsız ve biri kaldırmadan uzun süredir bu kadar erken kalkmıştım. Niye uyandığımı düşünmeden doğruldum yatağımda. Terliğimi sağ ayağımla yoklayıp buldum. Sendeleyerek banyoya giderken kendiliğimden niye uyandığımı düşündüm. Erken de uyumamıştım, alarmın çalmasına daha çok vardı. Abdest almak için sıcak suyun akmasını beklerken -aynada kendime bakar bir şekilde- aklıma seneler öncesinden bir sabah geldi. Yine o zaman da böyle zamansız kalkmıştım kendiliğimden. O uyanışımda korkudan kalkamamıştım yatağımdan hatta sadece gözlerim yorganın üstündeydi. 12 yaşımdaki o korku hala aklıma geliyor gülerek. Yan yatağımda yatan, belki yetimhanenin en yetim çocuğu, Ahmet Kemal'e seslendim. Beni duyduğu yoktu, iyice korkmuştum. Daha küçükken temizliğimizi yapan bir teyze vardı ondan duyduğum dualardan aklımda kalan birkaç kelimeyi tekrarlayıp durdum. Sadece bir kaç kelime... Korkum duayla azalmıştı, rahatlığımı hissedince tekrar uyumak için gözlerimi kapadım. Ama uyuyamadım, tekrar korktum. Bu sefer Ahmet Kemal'e geçenkinden daha yüksek fısıltıyla seslendim. Ahmet Kemal her zaman diğer çocuklara okuduğu meydanı bu sefer karanlığa okudu.Uyku tutmadı, korkuyorum dedim. Biraz sitemle olsa da kalkıp yanıma geldi. Yetimhanenin en yetim çocuğu benim tek dostumdu, onun da tek dostu ben. Ondan sonra en yetim bendim sanırım. Biz hep yalnız kalırdık ama birbirimizi de çok az bulurduk. Son zamanlarında yani yetimhaneden kaçmadan önce daha samimi olmuştuk. Samimiyetimize rağmen kaçacağını söylememişti bana. Belki bu sessizliğinden samimi olmuştuk onla. O yüzden çok da kızmadım haber vermedi diye. Bir daha da hiç görmedim onu. Tek dostumu da yitirmiştim.
O gece yanıma geldiğinden "korkacak ne var kimden neyden korkuyorsun baksana herkes uyuyor neyden korkuyorsun ?" dedi. Söylediklerini düşünürken uyuyakalmıştım. Sabah kalktığımda sanki hala düşünmeye devam ediyordum. Çünkü bana ters gelen anlayamadığım bir nokta vardı. Sanki korkmak için herşey tamamdı da sadece o anlayamadığım, ters gelen şey vardı. Bunu düşünmek korkumu unutturmuştu, uyumuştum. "Korkacak ne var" deyişi... En çok bunu düşünmüştüm. Bir süre sonra bu konuşmayı düşünmekten korkmaz oldum karanlıktan, sessizlikten, geceden, kimsesizlikten...
Hatta kimsesizliğimi o zaman düşündüm ilk olarak. Kimsesizlik ve zıttı, kimsesizliğin zıttı ne? Kalabalık mı, herkeslilik mi, aile mi? Zıttıyla çelişen kendisiyle barışık bir haldeydim ama ne zıttını gördüm ne de kendisini düşündüm bu güne kadar. Kalabalığı düşündüm ilk zamanlar kalabalık ne diye. Etrafıma bir baktım tam ortasındayım kalabalığın. Herkesliliği düşündüm, herkesle değilim ama herkesle olabilirim. Bu benim elimde.
Aile konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ne örnek birisi ne aile sahibi bir çocuk ne de aileyi anlatan biri, hiçbiri yoktu. Sadece yurt müdüresi, asıl ismini hala bilmediğim, bir defa "bir ailen olsun ister misin?" diye sormuştu. Anlamını bilmediğimin bile farkında olmadan "olsun" demiştim. Bu kadardı ,aile ile ilgili fikrim  ve zikrim bu kadardı. Aile kavramı ve aile olgusu bu soruyla, bu soruya kadar vardı bende. Daha 12 yaşımı bitirmeden kasım sonlarına doğru müdüre beni odasına çağırmıştı. Müdüriyete girdiğimde yerdeki koyu yeşil halı dikkatimi çekti ya da bilmiyorum bakacak başka taraf bulamadığımdan yeşil halıya bakmıştım uzun süre. Müdürenin karşısında oturan iki kadın ve ayakta bir erkek vardı. Ben içeri girince hepsinin yüzü gülmüştü, yolcusunu bekleyen biri gibilerdi."İşte Hayri" dedi müdüre. Beni anlattı onlara, çok gizemli olduğumu diğer çocuklardan daha zeki ve düzenli olduğumu söyledi. Yeşil halının desenlerini incelerken bunları düşündüm. Nereden biliyordu gizemli ve zeki olduğumu, düzenli oluşumdan benim bile haberim yoktu. Bu söylenenler benim yanımda söylenenlerdi, kim bilir ben yokken neler söylendi. Konuşması bittikten sonra ayakta duran adam -bir süre sonra baba diyeceğim- masadan iki sandalye alıp kadınların yanına yerleştirdi. Benden yerimden kalkıp sandalyeye oturmamı istedi. Çok kibarca kalktım koltuğumdan, sandalyeye giderken kızıl saçlı kadının gamzelerine bakakaldım. Sonra utanıp tekrar kafamı eğdim aşağı. Utandığımı anlayan müdüre "Hayriciğim kaldır artık kafanı. Bu insanlar artık senin ailen. Onları tanımaya sevmeye çalış.". Tanımak neyse de sevmek çalışmayla olur mu, bilemedim. Onu düşünedurdum o vakit.
Bir kaç dakika sonra kapıyı birisi çaldı ve girdi. Gireni tanımıyordum. Elinde büyük iki bavul "Hayri'nin eşyaları toplandı müdürüm, kitaplarını ve eski oyuncaklarını da koyduk bavula" dedi. Eski oyuncaklar demesi beni üzmüştü. Eskimeyen oyuncaktı onlar.Ben neler olduğunu yeni anlamaya başladım. Görüyordum duyuyordum ama anlamıyordum. Bakmakla görmek arasında ki fark gibi.Anlayınca ilk sorum hatta ağzımdan çıkan ilk kelime onları çok hüzünlendirmişti. "Benim bir ailem mi olacak şimdi?". Kızıl saçlı kadın duygulandı, sanırım ağladı biraz. O kızıl saçlı kadın da annem olacakmış, anne diyecekmişim ona, öyle söylediler çıkarken. Ama anne olur mu, anne olunur mu bilemedim o zaman, düşünemedim bunu. "Anne" dedim.
Eve gittikten iki gün sonra anne dedim ona, kadın yani annem ağlamaya başladı. Sarıldı sıkı sıkı, hala ağlıyordu.Ailem olmuştu artık bir annem vardı bir babam. Bendeki o anlayamadığım korkunun, "korkacak ne var" sorusuna cevabım artık vardı.
İlk defa 12 yaşımda anne dedim. Buna rağmen zorluk çekmedim. Annem de çekmedi. İnsan yaradılışında varmış demekki bu.
Özel bir okula başladım ve ilk defa babam beni okula bıraktı. Cebime kantinde harcamam için okulda yemekhanemiz olmasına rağmen kantinde harcamam için para verdi. İlk sürpriz 12 yaşımda yapıldı, ilk yaş günüm bu yaşımda kutlandı, iyi ve kötüyü ilk defa bu yaşımda öğütlediler annem ve babam. Akraba ziyaretini, akrabanın ne olduğunu ilk defa bu yaşımda öğrendim.
12 yaşımda başlayan bu yenilik hatta başlayan bu devrim 20. yılında bu sabah vaktinde ayna karşısındaki seyahatimde aklıma geldi. O günden bu güne onlardan kalan arkalarında bıraktıkları bir eser ben varım. Onlar da kalmadı annem ve babam, onlar da kalmadı.Onları kaybetmek bağımlı bir insanın bağımlılığından vazgeçmesi gibi oldu bana. Bana bıraktıkları, taşımaktan gurur duyduğum soyadı ve dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağım aile olgusu oldu.Küçükken gittiğimiz akrabaları hala aynı heyecanla ziyaret ediyorum. Annemi babamı hatırlatıyorlar onlar bana.
O yaşımda başlayan ailem hala devam ediyor. Bir karım var ve bir kızım olacak inşallah. Yataktan kalkarken eşimin yatakta olmadığını farketmemiştim. Abdesti aldıktan sonra salona baktım orada uyumuş. Daha önce de yapmıştı böyle. Ağrısı sancısı olduğunda beni uyandırmamak için salona geçerdi. Annemle beraber hayatımda sahip olduğum iki kadın. Canım benim. Üzerini örttüm, ben de geri odama gittim. Namazı kıldıktan sonra farkettim saat hala çok erkendi. Vakte bakmadan kıldım namazı. Rahmetli babam her zaman "senin niyetin temiz olduktan sonra vicdanın rahat olsun, olmadı kefaretini ödersin" derdi. Bu sefer olmaz babacığım.
İşe gitmek için tekrar yatağa yattım. Yüzümün güldüğünü farkettim. 20 senelik şeridin gözümün önünden geçmesi, ailemin oluşu beni mutlu etti. Mutlu kalkacağım. Aile saadetini aileyi bana öğreten anneme ve babama Allah'tan rahmet diliyorum..
NOT: 'İskandilia' dergisinde bu yazıma yer veren Alpaslan Tandırcı'ya teşekkür ederim.

                                                        İSMAİL HAKKI AYKUT


21 Haziran 2015 Pazar

Özgürlük

   Başlarken diye bir giriş yapmayacağım kusura bakmayın. Bildiğimiz gibi özgürlük kavramı hakkında yazacağım ama benden edebi bir yazı beklemeyin. Sokaktaki beyefendilerin ağzıyla yazıyorum.Böylesi daha iyi olacak inşallah.Bilimsel yazılara karşıyımdır samimilik hep eksik kalır . Yazacaksan samimi yazacaksın ve benden de böyle bir yazı çıktı.
   ÖZGÜRLÜK ,HÜRİYET,ERKİNLİK
   Rengi mavidir.
   Birçok temsil edildiği nesne vardır ama en hoş olanı beyaz güvercindir.
   Ve özgürlük nedir, en başta bunu bir dile getirmem gerekiyor herhalde.  En anlatılır şekli şudur ki;
   Her istediğini yapabilmek, hiçbir kısıtlamanın onun üzerine olmamasıdır.
   Her canlı özgür müdür? Haşa saf özgürlük yanlız Allah’a mahsustur.
   Hiçbir canlı tam anlamıyla özgür değildir ve olamaz da. Bu Allah’ın kanunlarına aykırıdır.
   Özgürsün , içki iç , kumar oyna , fitne çıkar,  iftira at, zina yap...
   Eğer sen isteyip de yapabiliyorsan özgürsün, yapamıyorsan değilsin aslında olay bu kadar basit.
   Merak etmeyin açıyorum yavaş yavaş ve biz bu dünyada özgürlük potansiyelimizin sadece en azını kullanabiliyoruz.
   Peki geçmişte, gelecekte ve hala niye insanlar hüriyyetleri için savaşmışlardır? Niye bu kadar kan dökülmüş hala dökülüyor ve dökülecek ?
   En basit olarak tarihimizden bir örnek vereyim.
   Kürşat ve 40 yiğidi eğer onlar onu özgürlük kavramını bu kadar düşünmeselerdi nasıl tüm Türklere öncü olabileceklerdi ?
   Ve insan yapısında neden özgürlük var ve neden bu kadar çok istiyor?
   Bence insan genetiğinde var ve  şöyle ki;
   Eğer sen bir zevki tatmışsan, örneğin eroin bağımlılığı. Eroyin tatmayan bir insan onun verdiği zevki merak ediyor mu ? Ya onu tadan insanı düşünelim . Bağımlıları onun zevkini ve her ne lanetse artık bilmiyorum tattıkları için sürekli istemiyor mu ?
   Peki insanoğlu  nerde tattı bu özgürlüğü diyeceksizniz bana.  Bende derim ki; insanoğlu öyle bir tatdı ki özgürlüğü hala tadı damağımızda.
   Elestübi rabbiküm... Değil mi ? Rabbinin sesini duymadın mı orda ?
   Veya Adem baban cennet nimetlerini tatmadı mı?
     Cennet insanoğlunun özgürlüğünü sınırsız tadabilmesinin ikinci en büyük noktası değil miyd ? Hala duyarız, genelde çocukken söylemişlerdir ‘’ cennete aklınıza ne gelirse hemen karşında belirir’’ Eee bu özgürlüğün birebir tabiri değil midir? Peki insanoğlu kendini en özgür hissettiği; özgürlüğünün doruk noktası neresidir ? Cevap cok basit. Cemal-i İlahi’dir. Hiç duymadınız mı onun cemalini görseniz cennet nimetlerinden vazgeçersiniz, bakmazsınız bile o nimetlere diye. Şu da bir gerçek ki biz bu dünyadaki hareketlerimizin bedeli , ahirette özgürlüğümüzün kısıtlanmasıdır. Bu dünyada ne ekersen ahirette onu biçersin. Mürtet misin münafık mısın 7.kat günahkar mısın 1.kat cehhenneme. Hem özgürlükte, hem de insan yaratılışında en çok istediği şeyden mahrumsun , hem de bir ton ceza almışsın. Eminim insana orda en çok koyacak olan nedir biliyor musunuz, en üst seviyedeki özgürlüğü, Cemal-i İlahi’yeyi görememekten başka bir şey değildir. O zaman diyecek insan kendi kendine cennet de istemem cehennemi de ve Yunus Emrenin sözü gelecek aklımıza ‘’ Cennet cennet dedikleri birkaç köşk birkaç hüri isteyenlere ver onları bana seni gerek seni’’ Evet bu ahiretteki özgürlüktü peki dünyadaki ? Ben şöyle tasvir ediyorum kardeşlerim;
   Dünyadaki özgürlük dedikleri şey,
   Büyük bir tarla var , ucu bucağı yok tarlanın, her yer deniz gibi yem yeşil otlar çiçekler ve siz ve özgürlüğünüz aynı beden içinde bir koyunsunuz ve boğazınıza bir ip ile bir kazığa bağlısınız. Sadece ipinizin uzunluğunca yemek yiyebiliyorsunuz. İpiniz kaç metre ise o alan içerisinde dolaşabiliyorsunuz. İşte o koyun sizsiniz, o alan dünyadaki yapabilecekleriniz ve o ip ise Allah’ın koyduğu yasaklar ve kurallar. İpinizin ulaşabildiğiniz kadar özgürsünüz ve kısıtlı gelebilir size ancak ipi keserseniz ahiret hayatındaki milyarlarca km olan ipinizi de kesmiş olursunuz ipsiz ipsiz dolaşamassın o  zaman tasma takarlar . Evet sen o ipi bile bile boğazına geçiriyosun, çünkü ahirette özgürlüğünün doruk noktasına varmasını diliyorsun.  Aynen öyle çünkü Peygamberin (S.A.V) diyor ipini kısalt uzat diye. Sende gereğini yapıyorsun ve kardeşim o öyle bir ipki senin tuvalet kültürüne kadar girebiliyor. NETLİK BUDUR ! Allah en iyisini bilendir amentü , demişler ki insan insanoğlu araştırsın bulsun git bul ama kırmızı çizgiler bellidir, nettir, haktır! Ve ben şuna inanıyorum , insan dünyada Allah’ın dediği ip kısaltma tabirini kullanıyorum veya uzatma farketmez; eğer bunlara uyduğu vakit eminim ki  dünyada da özgürlük ve huzurun doruk noktasına varacaktır. Kanıt, Allah dostlarının evliyaların intihar ettiğini, daralıp bunaldığını,  bıkkınlık yaşadığını ‘’ya üff biktim be bu hayattan hadi bide ayol ‘’ dediğini duydunuz mu ? Komik evet ve onlar her şeyin Allah tarafından geldiğine inandılar. Herhangi bir batılı ülkede duymuşsunuzdur; adam intahar ediyor ve bıraktığı not şu; ‘’ Dünyada tadacak zevk kalmadı’’ Yani siz düşünün.
   İnsan dünyada özgürlük sınırlarını bildiği  zaman özgür olur. Yani sen içki içmek istiyosun özgür değilsin çünkü Allah yasaklamış , Allah merhametlilerin en merhametlisidir. Sana zarar veren bir şeyi senin için istememiş. Ve evet sen eğer içki içmeyi istemesen senin özgürlüğünü kesen var mı içmessen içme eyvallah ama içersen içme diyen var kısaca ve bu özgürlüğün tabirine sığar .
   Kısaca sadece odur ki her istediğini alır ve her istediğini yapar. El-Kahhar ve El-Ahir olan odur. Yine odur ki bizi kendisini düşünmekten açiz yaratmıştır. Onun için boşuna çabalamayın düşünemessizniz . özgürlükte böyledir. Özgürlük nerededir biliyor musunuz ? İslamdadır. İslamda da insanı eşref-i mahlukkat yapan tasavvuftadır.
   Başka yerde aramayın vesselam...

Recep Talha Büyükesen

12 Haziran 2015 Cuma

Dış Politika-Kamran İnan

Kitabın Adı: Dış Politika
Kitabın Yazarı: Kamran İnan
Yayınevi:Timaş

Kamran İnan:18 şubat 1928 de doğan yazar Ankara Hukuk’ tan sonra Cenevre siyasal’ ı bitirmiştir. Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli temsilcilik görevleri ve büyükelçilik yapmıştır. Çeşitli siyasal partilerden milletvekilliği ve devlet bakanlığının yanı sıra enerji bakanlığı’da yapmıştır.

DIŞ POLİTİKA
  Her şey den önce kitap terimsel ve sıkıcı bir üslüpla yazılmamıştır. Bire bir devletin içinde yıllarca üst makamlarda çeşitli görevlerde bulunmuş birisi tarafından yazılmıştır. Bence devlet hayatı ya da özel yada ticaret hayatında tecrübe ve birikim çok önemlidir ve okuyacağınız bu kitapta Kamran İnan bunu devlet içerisinde çok acı bir şekilde yaşamıştır. Kitapta öncelikle dış politika tanımı ve faktörlerinden bahsediliyor. Jeopolitik konum, ekonomi, komşular, milli savunma iç ve dış kamuoyu. Bunlar irdeleniyor ve o dönemdeki örnekleriyle destekleniyor.
Türkiye nin tarihi mirası ile hiç yakışmayacak şekilde yıllarca basiretsiz ellerde nasıl yönetildiğini nasıl fırsatlar kaçırıldığını ve milli menfaatlerin ve bazı yerlerde milli onurun nasıl hiçe sayıldığına ilk ağızdan şahit olacaksınız. Soğuk savaş yıllarında Sovyetler korkusu ile nasıl Amerikan himayesinde yönetildiğini okuyacaksınız. Özellikle dış siyasetimizde nasıl rezillikler yaşandığını hangi toplantıya katılacağından habersiz diplomatla, dışarıda her diplomatın farklı cümleler kurarak ülkeyi zor duruma düşürmeleri. Ülke menfaati ve gereklerini değil de kendi menfaatleri için çalışan insanları acıyla okuyacaksınız.
  Yazar bir bölümde dış politika iç politika ilişkisi irdeliyor. Dış politikanın iç politikayla paralel ve ayrılmaz olduğunu ve birbirlerinden direk etkilendiklerini anlatıyor. Dış politika hedefi menfaat sahası vb. konularda ünlü Amerikan dışişleri bakanı Kissenger dan örnekler veriyor.
  Sonuç olarak dış politikaya meraklı ama akademik ve ağır bir yazı yerine direk pratikteki olayları öğrenmek isteyen (hemde çarpıcı bir şekilde) tecrübe ve birikimlere önem verenlerin zevkle okuyabileceği bir kitap.

  AHMED FARUK DİNÇ AFD 22
  MARMARA UNIVERSITY POLITICAL SCIENCE AND INTERNATIONAL RELATIONS

5 Haziran 2015 Cuma

Prof. Dr. Nurullah Genç ile Söyleşi

Blog yazarımız İsmail Hakkı Aykut ile İsmail Aydın, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Meclis Üyesi Prof. Dr. Nurullah Genç'i makamında ziyaret ettik. "Yağmurla Gelen Şair" olarak da anılan Nurullah Genç Hocamızla her satırından farklı şeyler öğreneceğiniz bir röportaj gerçekleştirdik.




Soru: "Tutkular Keder Oldu" romanıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı Roman Teşvik Ödülü, "Yağmur" naat'ınızla 1990 yılında Türkiye Diyanet Vakfı Naat-ı Şerif Büyük ödülünü aldınız. Bu ödüllere ve nice ödüllere layık görülen eserleri yazarken sizi besleyen kaynak neydi?

N.G.: Bu ülkede doğup büyüyüp bu kültür içerisinde mayalanmış bir insana beslemesi gereken kaynak ne ise benim kaynaklarım da onlardı. Kendi kültürümüz öncelikle, milli kültürümüz, evrensel İslami kültür, onun dışındaki farklı kültürel yapılar, batı kültürü, doğunun farklı kültürlerinden hint kültürü, orta asya kültürü vs. Dolayısıyla bu kaynakların en özelden en genele doğru bir insanın dünyasında sıralanması lazım. Önce en yakınınızdan etkilenirsiniz. İç içe olduğunuz aileden, aileden gelen bilgilerden, inanışlardan vs. Yavaş yavaş daha geniş çemberler içerisinde koşmaya başlarsınız.
  
Olması gereken nedir? Olması gereken de insanın kendi öz kültüründen yola çıkarak, onu iyi kavrayarak, bir sanat çalışmaları yapılacaksa çalışmalara onu yansıtarak, daha sonra da dünyanın farklı kültürlerine kapı aralayarak çalışmalarını yapmasıdır. Nedeni de şu: Neyi yazacaksınız o zaman? Neyi anlatacaksınız? Dünyada insan kültürü dışında bir şey var mı? Sosyal hayatın dışında bir şey var mı? Yok. neyi anlatırsanız anlatın, binlerce kilometrelik uzaklıkta bir yıldızı da anlatsanız evrenin içindeki bir gerçeklikten söz ediyorsunuz sonuçta. Bunu özel hale getirip, sosyal hayatın içine yansıttığınızda gruplaşmalar farklılaşmalar kaçınılmaz hale gelir tabii. Tek bir dünya topluluğu yok, tek bir dünya kültürü yok. Dolayısıyla bu farklılıkların içerisinde insan benimsediğini anlatmak durumundadır. Benimsediğinden etkilenmek durumundadır. Etkilenme olmazsa zaten eser olmaz. Bir şairin, yazarın, sanatkarın arkasında bir kültürel yapı yoksa olgunlaşması mümkün değildir. Hele ki şiirin olgunlaşması imkansızdır. Şiirin unsurlarını sayarken hayal deriz, his deriz, ilham deriz vs. ama esas temel unsur bu teknik verilerin yanında kültürel arka plandır.
  
Dünyanın  neresinde olursa olsun kendisini ispatlamış bir şaire bakın, bir dünya görüşünün aynı zamanda sipahisidir. Neyi yaşamış ise onu yazmıştır. Ateist ise o yansımıştır koyu katolik ise onun yansıdığını görürsünüz. Varsa içinde bir inanma kırıntısı onun yansıdığını görürsünüz. Yoksa böyle olmasaydı Dostoyevski Suç ve Ceza'da romanın sonunda Raskolnikov'un eline incil tutuşturur muydu? Böyle olmasaydı Victor Hugo Sefiller'i yazabilir miydi? Necip Fazıl da Yahya Kemal de olmazdı.
  
Yani bir dünya görüşü, bir kültürel arka plan şart ve bu, özelden genele doğru adım adım gittikçe şairin ve yazarın şahsında sağlıklı hale gelir. Bunun sağlıksız olanı da kendi milli kültürünü öz kültürünü kavramadan, yani özelden genele doğru gitmeden bir başka kültürün dünyasında var olmaya çalışmaktır ki bu garabeti de bizim ülkemizdeki pek çok sanatkar, şair, yazar yaşamıştır, yaşıyor. Ama bu çok garip bir haldir, hatta zavallı bir haldir. Kendi kültüründen bihaber bir insanın başka bir kültürün sözcülüğünü yapmaya çalışması kadar abesle iştigal eden bir durum olamaz.
  
Bizim kaynaklarımız da kültürel kaynaklarımızdır. Bir defa İslam Kültürü. Siz hangi dünya kültürü içinden İslamı çıkartabilirsiniz. Şiirimize, temel milli sanatlarımıza damgasını vurmuştur. Minyatürün, hat sanatının, mimarinin arkasındaki hakikat İslamdır. Amerikalı aslen Rus asıllı Sosyolog Pitirim Sorokin şöyle der: 'Medeniyetin iki tane yüzü vardır: iç ve dış. Dış yüzeyindeki şekli, iç yüzeyindeki mana belirler.' Onun için cami ve kilise birbirinden farklıdır. Bu farklılığı yansıtmadan görmeden, kendi öz kültüründen yola çıkarak sunmadan sanatkarın olgunlaşması mümkün değildir.

İ.A.: Zaten yerel olarak Erzurumlusunuz. Erzurumda köy odalarında bulunmuşsunuz.

N.G.: Zaten o kaynaklara oradan başladık. Köy odasında bizim temel kaynaklarımız Kur'an, hadis, Peygamber hayatını anlatan kitaplar, destanlarımız, divan ve halk edebiyatının önemli isimleri o köy ariflerinin kendi dünyasında, o köy odalarında okunurdu. Oradan başladık zaten biz o kaynakları almaya.



Soru: Bir söyleşinizde "Son yüzyılda iki şeyi kaybettik: aşkı ve hüznü" demiştiniz. Burada tam olarak ne anlatmak istediniz?

N.G.: Aşk insanın esas varlık nedenidir. İnsan neyi taşıyor dünyasında? Ne için yaşıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz ve ufkunuzda ne var? Aşk bütün bunları içine alan, en süfli olandan Hallac-ı Mansur'un "Ene'l-Hak" sözüne kadar bütün alanı kuşatan bir olgudur. Bu bilinci insanın hayatından alırsanız insan, fırtınalı bir denizde batmakta olan bir gemiye döner. Liman ararken sağ sola derken ya kayalıklara vurur yada batar.
  
Bugünün insanlarına bakın o fırtınalı denizde dolaşmıyor mu? Kendi ülkenize bakın. Nedensiz ve amaçsız yaşayan, aidiyet duygusu alt tabakalara takılmış kalmış, basit bir takım eylemler için attığı çığlıkları kendi toplumu ve medeniyeti için atamayan milyonlarca insan yaşamıyor mu ülkemizde? Bir örnek vereyim; ben çok sıkı bir Galatasaray taraftarıyım, maçlara giderim. Çok manidar bir şekilde de seyrederim oradaki insanları. Ve hep burkulur yüreğim. Spor güzel bir şey ama keşke oradaki insanlar tuttukları takım için harcadıkları enerjiyi kültürümüz ve medeniyetimiz için gösterebilseler.
  
Aşk bunların hepsiyle alakalı. İnsanları nereye bağlıyorsanız onun için fedakarlığa başlıyorlar. Fenafil mevki oluyor insan, fenafil kadın oluyor, fenafil spor oluyor, en son fenafillah. Yukarıya doğru gidiyor. Bunu çıkardığınızda o medeniyeti çökertirsiniz ve bizden bunu almışlar. Şiirde bile bir dönem gelmiş ki... Aşk nedir, şairanelik nedir? Garip Hareketi "Divan şairleri sevgiliyi gökyüzüne kanatlandırmışlardı, biz onu yeryüzüne indirdik." demişlerdi. Olur mu böyle bir şey? Çok somut, ayağı olan, eli olan ve artık gittikçe tükenen bir kadın imgesinin aşk denen o büyük kavramı doldurması mümkün mü?

O nedenle ben bir şiirimde şöyle diyorum;

Aşkın ve acının vadilerinden geçerek yürümeyi öğrendi kalbim
Minyatür bir kalbe sığar mı benim denizleri tutuşturan gözlerim

 Benim denizleri tutuşturacak kadar büyük olan gözlerim, tabi buradaki göz somut bir göz değil, minyatür bir kalbe insanın kalbine sığar mı? Nasıl sığacak?
  
Bir de hüzün.. "Hüzün ki en çok yakışandır bize" diyor ya şair. Dedik ya hani faniyiz. Nasıl sonsuz bir mutluluk yaşayabilirsiniz ki? Gözünüzün önünden geçiyor dünya. Çocuksunuz, büyüyorsunuz, insanlar ölüyor, toplumlar değişiyor, iktidarlar değişiyor, teknoloji değişiyor. Kısacası durağan değil hareketli bir halin içindesiniz ve kendiniz de değişiyorsunuz. Şunu söylemek istiyorum: "Siz elinizde tutamadığınız bir hayatı yaşıyorsunuz.". Peki elinizde tutamadığınız bu hayat size nereden geldi, nasıl geldi? Bunu sorgulamaya başladığınızda yaratılışa gidiyorsunuz. Ve bu, sizi cennetten kovuluşa, cenneten sürgün edilmeye ve ordan dünyaya inmeye getiriyor. Bundan daha büyük hüzün olabilir mi? Yaşadığı cenneti kaybetmiş bir varlık insan. Baktığımızda hüzünlenmemek mümkün mü? Bir sürgün edilmişiz. İki geriye sağlam dönüp dönemeyeceğimiz belli değil. Sürgün edildiğimiz yere, cennete mi döneceğiz yoksa başka yere mi? Bundan büyük hüzün olur mu? Tabi buna inanırsanız. İnanmazsanız başka hüzünler sarar sizi. Ben dünyevi bir hüzünden bahsetmiyorum. Burada kastettiğim hüzün, bizim çağlarüstü hüznümüzdür. Sezai Karakoç Üstadın da bahsettiği sürgün ülkeden bahsediyorum. İşte o hüznü de bizden almışlar.
   
İnsan gerçek hüzne vakıf olamadığı için başka hüzünler ile kırar, döker, öldürür, vurur. Aşka, hakiki aşk duygusuna sahip olmadığı için yanlış bağlantılarla aşkı ve hayatı söndürecek noktalara ulaşabilir. Zalimlerin doğduğu yer de tam burasıdır.

Ben Nurullah Genç olarak özellikle şiirlerimde, işte o ulvi aşk duygusunu yani insani olandan ilahi olana katmanlar içinde yükseltmeye çalışarak o aşk duygusunu verme gayreti içindeyim.

Soru: "Elbette sizden birinizin içinin irinle dolu olması şiirle dolu olmasından daha hayırlıdır." (Buhari) Peygamber efendimiz bu hadisi şerifinde ne söylemek istemiştir?

N.G.: Sizce Peygamber efendimiz burada neyi kastetmiş olabilir? Efendimiz Kur'anı Kerim'de Allah'ın kastettiğinden başka kasıtlarda bulunabilir mi? Bulunamaz değil mi? Efendimiz Kur'an'ın yaşayıcısıdır. Kur'an şairlere nasıl bakıyor? İki vadiye ayırıyor. Bir vadide olanlar şaşkın şaşkın gezerler, Allah'a karşı mücadele ederler, davasını söndürmeye çalışırlar. Diğer vadideki şairler de inandığı için şiir söyler, salih amel işler. Haksızlığa uğrayan ve haksızlığa uğradığı için şiir söyleyen, salih amel işleyen ve o aşkı diriltmeye çalışan ve bunun için şiir söyleyen birinin içinde irin olması mümkün mü? Değil, çünkü o Kur'an'da belirtildiği üzere kurtulan vadide yer alıyor.

Peki bunlardan hiç nasibi yok. Aklına gelen her sözü yada her imgeyi rastgele her şeyi şiirine katan, maneviyata saldıran, şaşkın, niçin yazdığını bilmeyen, bayağı kelimeler kullanan ve daha da kötüsü kötü yaşayan... Yanlış şeyler yapan günahkarlığının farkında olmayan, İslam'a karşı da mücadele eden ve nefisle alakalı handikaplı olan, kibirli... Baktığınız zaman hangi vadide yer alacak onlar? Tabi ki kötü olanın da. Peki onun içindekinin şiir değil irin olduğuna hükmedebilir miyiz? Evet, hükmedebiliriz. Çünkü Peygamber öyle buyuruyor.
  
Ben her zaman söylüyorum: hesabını vereceğiz yazdıklarımızın. Kimse şiirinden, şiirinin hesabından uzak değil. Her şairin oturup düşünmesi lazım. Ben bu şiiri yazıyorum ama sorduklarında "ben bunun cevabını nasıl veririm?" diye düşünmesi gerekiyor. Hele mü'min bir şairin böyle bir avadanlık içinde bulunmasını ben kabul edemem.

Ben bu meselenin bilincindeyim. Aşk ve hüznü şiirlerimde işlemem de bu yüzdendir. Eğer biz aydınlanacaksak bu iki kelimeyi dirilterek aydınlanabiliriz. Çünkü Kur'an'ın özü aşktır ve Kur'an'ın özü hüzündür. Benim bu hassasiyet içindeki tüm şair arkadaşlarıma tavsiyem silkinmeleri ve yeniden bir sorgulama içerisne girmeleri gerek. Diyebilirler ki sen kim oluyorsun? Canları sağ olsun.

Soru: Türkiyedeki siyasi ve sosyolojik gelişmelerin Cumhuriyet'ten günümüze Türk şiirine yansımaları ne olmuştur?

N.G.: Sadece 1923'ten günümüze değil çökmeye başladığımız günden bugüne, 1650 yılından bugüne kadar yaşanan süreç şiirimize yansımıştır. Ama asıl 1923'ten sonra birçok şey farklılaşmaya başladı. Eski kültüre bir karşı duruş, hem sanat müziğinde hem şiirde hem de diğer alanlarda çok net bir şekilde ortaya konmuştur. Divan şiirimize karşı bir başkaldırı oluşmuştur. Eski şiir anlayışımızı küçümseyen, hafife alan bir duruş. Bize onu "yüksek zümre edebiyatı" olarak öğrettiler ya, o nevi şahsına münhasır bir edebiyat, bizi ilgilendirmiyor dedikleri edebiyat var ya, aslında yüzyıllarca bu topraklarda hakim olmuş ve temel örneklerini köy odalarında dinlediğim edebiyattır. Yani "yüksek zümre edebiyatı" dedikleri edebiyatın en güzel örneklerini ben köy odasında dinlemiştim. Ben dedemden, amcamdan, babamdan divan edebiyatı şairlerinin şiirlerini dinledim.
  
Tabi bu tutum şiire yansıdı. İki türden yansıdı. İlk olarak inanç yönünden yansıdı. İkinci olarak şekli yapısı itibariyle yansıdı. Şiirimizin şekli bozuldu, öyle noktalara getirildi ki garip garip çizgiler çizerek ve o çizgilerin içine harfler yerleştirerek şiir yazmaya çalıştılar. Evet, yeni denemeler yapılabilir ama sonsuz biz özgürlüğe de sahip değildir şair. Çünkü karşısındaki muhatap insandır, okuyucudur. Siz okuyucuyu düşünerek de yazmak zorundasınız. "Ben yazıyorum, kim okursa okusun" diyemezsiniz, bu bir sorumluluk işidir. Yazıp birilerine sunuyorsanız kusura bakmayın bir sorumluluğunuz var. Yani bu patatesini satmaya çalışan bir adamın sorumluluğu kadar bir sorumluluktur. Zayi olmuş, çürümüş bir patatesi satamazsınız.
   
Bu bozulma şiir dünyamıza yansımıştır. Hem inanç hem de şekli bakımdan yansımıştır. Bu bozulmanın karşısında duran, doğru yerde kalan insanlar da yanlış insanlar olarak kabul edilmiştir. Bunların başını da Necip Fazıl çeker.




Soru: Şiire başladığınız nokta ile şu an geldiğiniz nokta arasında kat ettiğiniz mesafede hangi sıkıntıları çektiniz? Şiire yeni başlayan arkadaşlarımıza neler önerirsiniz?

N.G.: Baştan sona sıkıntı. Şiir yazmak bir fantazi değil bir çile işidir, bir ideal işidir. Canınızdan, kanınızdan, ruhunuzdan vereceksiniz. Ruhunuzu dağlayacaksınız gerekirse, yüreğinizi parçalayacaksınız ki bir şeyler ortaya koyasınız. Yıllardır bu işin çilesini çekiyorum. Hiç kimseden hiçbir şey beklemedim, halen de beklemiyorum. Ve halen istediğim şeyi yazdım mı yazamadım mı çok emin değilim.
  
Öğrenmenin sonu yoktur. Yazmaya başladığım günden beri geçen süre içinde çeşitli kademeler oluştu, çeşitli yollar katedildi ama değişen şeyler var değişmeyen tek şey var: şiire 1979-1980'de nasıl bakıyorsam bugün de aynı bakıyorum. O zaman da bu sağlam şiir bakışına ulaşmıştım. Şiiri basit bir eylemin aracı olarak hiç düşünmedim. O gün yazdığım şiir de öyledir bugün yazdığım şiir de. Değişen şeyler kelimelerdir...

İ.A.: Yeni nesillere söylemek istediğiniz son birkaç şey...


N.G.: Herkes oku oku der. Ben öyle demeyeceğim. Kalksınlar zaman zaman yürüsünler ve nereye gittiklerini düşünsünler. Mesela buradan çıkın yürüyün ve nereye yürüdüğünüzü düşünün ama bir yere karar kılmadan yürüyün. Dünyadaki halimiz de bu zaten. Tavsiye ederim gençlerimize ki evden çıkmadan, yürümeye başlamadan önce nereye yürüyeceklerinin hesabını yapsınlar.


Başta bizi kırmayıp makamına davet eden Nurullah Genç Hocamıza, Röportajı gerçekleştiren İsmail Hakkı Aykut ve İsmail Aydın'a, Kameramanımız Enes Ünal'a GENÇ KÜRSÜ olarak teşekkür ediyoruz.